Çoğu insanın hemfikir olacağı gibi COVID-19 salgını birçok sorun yaratırken aynı zamanda farklı fırsatlar için yeni kapılar da açtı. Geçen yıldan beri araştırdığımız alanlardan biri olan gıda güvenliği krizden önce gerçekten üzerinde çok düşünmediğimiz bir konuydu. Hızlandırma Laboratuvarı’nda kullandığımız metodolojimizin bir parçası olarak, bazı temel sorular sorup bu alanı keşfetmeye başladık: Gıda nereden geliyor? Kim yetiştiriyor? Türkiye ve ötesinde gıda üretimi ne kadar karmaşık? Üreticiler ve tüketiciler için koşulları iyileştirmeye yönelik hangi fırsatlar var? İnsanları kendi gıdalarını yetiştirmeye iten nedir? Bu ilk aşamada, gıda sisteminin nasıl çalıştığını anlamak için uzmanlara, çiftçilere, akademisyenlere, sivil toplum kuruluşlarına ve komünite bazlı oluşumlara ulaştık. Ayrıca Ankara'da iki küçük ölçekli kent bostanını, İstanbul'da da daha büyük bir bostanı ziyaret ettik. Bu ziyaretler ve görüşmeler sayesinde mevcut uygulamalar ve çeşitli paydaşların karşılaştığı zorluklar hakkında bilgi edindik.
Fotoğraflar: Gökçe Tuna & Pelin Koçer
Bu bilgiler ışığında farkettiğimiz ilk şey çiftçilerin yeterince desteklenmediklerini düşünmeleri ve çoğu insanın dünyanın birçok yerinde gerçek bir tehdit olan gıda kıtlığının artan risklerinden habersiz görünmesi oldu. Gıda tedariğindeki ani değişikliklerin hayatları nasıl mahvedebileceğini anlamak için çok uzağa bakmaya gerek yok; Lübnan'da doğal bir felaketten ziyade ekonomik bir çöküşün yol açtığı gıda krizi, bu trajediyi takip edenler için hem çok şaşırtıcı hem de üzücü. Bir anda balkon ve çatı gibi küçük alanlarda kendilerini beslemek için ellerinden geldiğince her türlü sebzeyi yetiştirmeye çalışan insanlarla ilgili haberleri gördük[1]. Bu, elbette, iyi zamanlarda ortaya çıkan bir sürdürülebilirlik eyleminden ziyade büyük bir ekonomik krizden doğan bir hayatta kalma taktiği.
Üretim, lojistik ve satış sürecindeki büyük kayıplara[2] rağmen dünyanın birçok yerinde gıda neyse ki hala erişilebilir ve uygun fiyatlı. Zengin bir tarım geçmişine sahip olan Türkiye, çoğunlukla kendi kendine yetebilen ve aynı zamanda Avrupa Birliği gibi bölgelere de ihracat yapan önemli bir gıda üreticisi. Tüm bu göreceli sayılabilecek avantajlara rağmen gıda bağlamında birçok sorun mevcut. Zararlı pestisitlerin bolca kullanıldığı ve monokültüre dayalı endüstriyel tarım ülkenin birçok yerinde hala yaygın. Küçük ölçekli tarım yapan çiftçiler bile kimi zaman sürdürülebilirlik ilkelerine ters düşen yöntemlere başvurabiliyor.
Gıda çoğu insan için uygun fiyatlı olsa da, çiftçilerin sosyo-ekonomik koşullarındaki bozulmalar ve teşvik eksikliği nedeniyle tarımsal üretimde bir düşüş olduğuna dair güçlü kanıtlar da mevcut. Bir zamanlar kârlı olarak görülen ve nesilden nesile geçen aile işletmeleri olarak devam eden çiftlikler, artık özellikle de genç nesil için çekici bir seçenek olmaktan çıktı. Çiftçilikle uğraşan aileleri tarafından teşvik edilen birçok genç, içinde oldukları döngüyü kırmak ve insan emeğine çiftçilikten daha fazla değer veren sektörlerde geçimini sağlamak için yüksek öğrenime yöneldi.
İlginç bir şekilde, aksi yönde artan bir eğilimin işaretleri de mevcut. Çiftçilik geçmişi çok az veya hiç olmayan yeni nesil çiftçiler de sadece iyi ekonomik fırsatlar sunmakla kalmayıp, çoğu 'gündüz hapishanesinden’ çıkmış ve sağlıklı bir profesyonel yaşam isteyen girişimciler olma yolunda ilerliyor. Elibelinde Tarım, Tarlamvar ve Ek Biç Ye İç bunun güzel örneklerinden birkaçı. Bu yeni inisiyatifler yenilikçi olsalar da toplam üretimleri talebi karşılamakta çok yetersiz. Dolayısıyla bu oluşumların ya sayıları önemli ölçüde artmalı ve her mahalle/kasaba kendi yerel gıda kaynaklarına sahip olmalı, ki bu ne yazık ki pek olası bir senaryo değil, ya da endüstriyel tarım ülkede yaşayan 83 milyondan fazla insanı beslemeye devam etmek zorunda. Kent bostanları gibi daha sürdürülebilir alternatifler olduğunu bilsek de konuştuğumuz uzmanların çoğu endüstriyel tarımın devam etmesi gerektiğini savunuyor. Küçük ölçekli üretim modelleri geliştirmekten ziyade mevcuttaki çiftçilerin üretim kapasitelerini yatırım, teşvik ve diğer destek mekanizmalarıyla iyileştirmenin elzem olduğu yönünde ısrarcılar.
Düşük maliyetle büyük bir nüfusu halihazırda besleyen mevcut çiftçilere daha fazla destek sağlanması gerektiğine biz de katılıyoruz. Ancak, verimliliğe odaklı çalışan mevcut gıda sisteminin sürdürülebilir bir çözüm olmadığını düşünüyoruz. İhtiyacımız olan, sürdürülebilirlik merkezli, doğal ve iyileştirici uygulamalar kullanan ve mümkün olduğunca yerelde sağlıklı gıda üreten döngüsel bir gıda sistemi. Bu açığı kapatmak kuşkusuz çok zor fakat yine de başarılabilir olduğunu düşünüyoruz. Özellikle yeni uygulamalar için uygun olmadığı düşünülen alanlarda alternatif modelleri test etmek ve bunlardan en az birinin başarılı olmasını sağlamak iyi bir başlangıç noktası olabilir.
UNDP Türkiye’nin inovasyon odaklı çalışan birimi olarak, 2050 yılına kadar dünya nüfusunun %65'inden fazlasının şehirlerde yaşayacağını da göz önünde bulundurduğumuzda, kent tarımının bazı uzmanların iddia ettiği kadar kötü bir fikir olduğunu düşünmüyoruz. Gıda üretiminin bir kısmını şehirlerde gerçekleştirmenin yollarını bulmamız gerektiği ve kent bostanlarının sürdürülebilir bir çözüm olduğu konusunda ısrarlıyız. Bu sebeplerden ötürü halihazırda var olan ancak atıl durumda kalmış bir alanın, örneğin bir parkın bir bölümünün, kent bostanı olarak işlev görüp göremeyeceğini test etmeye karar verdik. Yerel yönetimlerden biri ile yaptığımız toplantı sonucu uygun bir yer (ve proje ortağı) bulmanın kolay olmayacağı anlaşıldı. Yerel yönetimlerin en büyük çekincelerinden biri bu tür bir fonksiyon için tahsis edilen alanların çevresinde yaşayan halkın bu durumu “gerilla bahçeciliği” olarak nitelendirip şikayet edecekleri yönünde.
Aldığımız bilgiler üzerine alternatif bir yer bulmaya karar verdik. Birkaç gün sonra mükemmel bir fırsat karşıma çıktı. Evimin karşısındaki ve şehrin en yoğun nüfuslu bölgelerinden birinde bulunan bir devlet okulu oldukça geniş bir alana sahip ve çam ağaçlarının olduğu fakat ihmal edilmiş olan bir alanı içeriyordu (aşağıdaki görsel). Pek güneşli bir yer değildi, bahçelerde tahribata neden olabilecek bir grup sokak kedisine ev sahipliği yapıyordu ve toprak kalitesinin nasıl olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yoktu; yine de denemeye değerdi.
Görsel: Google Earth
Fotoğraflar: Gökçe Tuna
Okul yönetimi ve okulu yıllar önce inşa eden özel vakıfla yapılan verimli görüşmelerin ardından, okuldaki öğrenci, öğretmen ve velilerin kullanımı için küçük bir bostan kurmamıza yeşil ışık yakıldı. Bu süreçte, iki yeni değerli ortak kazanmış da olduk – daha ne isteyelim ki?
Alanı bulduktan sonra yerel bir uzman arayışına girdik ve birkaç yıl önce ODTÜ’nün kent bostanını kurmuş olan bir danışmanı işe aldık. Malzemeleri satın aldıktan sonra okulla bir ‘ekim-dikim günü’ için anlaştık. O gün bir grup hevesli öğretmen ile ekibimiz de oradaydı. Birkaç saatlik yoğun çalışmanın ardından nihayet emeğimizin meyvelerini almaya başladık:
Fotoğraf: Pınar Engin
Pandemi nedeniyle oluşan aksamalara rağmen, bostanda ilk diktiğimiz fideler büyüdü – umuyoruz ki yakında çocukların etrafta koştuğunu ve burayı sıkça ziyaret ettiğini göreceğiz. İlk mahsuller kışın hasat edildi, yeni fideleri de yakında deniyor olacağız. Yaptığımız deneyle ilgili daha fazla ayrıntı için bir sonraki bloğumuza göz atabilirsiniz.
Şu ana kadarki deneyimimizden çıkan birkaç önemli ders şöyle özetlenebilir:
1. Okul, özel mülk gibi yerlerin sınırları içinde kalan kullanılmayan/ihmal edilmiş alanların kent bostanlarına dönüştürülmesi halka açık parklara göre çok daha kolay. Yerel yönetimler genellikle yeni uygulamalar denemeden önce başarılı örnekler görmek isterler. Üzerlerindeki baskılar düşünüldüğünde bu anlaşılabilir bir durum. Bunun getirdiği zorluklarla başa çıkabilmenin en etkili yolu riskli olduğu düşünülmeyen alanlarda çalışan bir model geliştirip bu örneği yerel yönetimleri ikna etmekte kullanmak.
2. Bir kent bostanının iyi işlemesi için onunla ilgilenmeyi kendine görev edinmiş ve hatta yakın ilişkiler içinde olan bir yerel topluluk olması önemli. Uzmanlar rehberlik etmek ve desteklemek için oradalar, ancak alanın gerçek işleyişi bir sahiplenme, sorumluluk ve gurur duygusu yaratacak olan yerel halk tarafından ele alınmalı. Bir kent bostanının iyi işlemesini ve uzun ömürlü olmasını sağlamanın tek yolu bu.
3. “Zorlu bir iklimde sebze/meyve yetiştiremezsiniz” diyenleri dinlemeyin. Bir kent bostanını rüzgar ve soğuktan korumak çok fazla efor gerektirmiyor; binaların sık oluşunu avantaja çevirebilirsiniz.
4. “Sebze ve meyve yetiştirmek için en az x alana ihtiyacınız var” sözüne de kulak asmayın. İnsanlar kendi yiyeceklerini yetiştirme konusunda oldukça yaratıcı. Örneğin komşumun bu iki minik saksıdan ne kadar ürün aldığını görünce çok şaşırmıştım:
Fotoğraflar: Gökçe Tuna
5. Gerilla bahçeciliği olarak tabir edilen pratik, önlenmesi gereken birşey olmadığı gibi aslında oldukça ilginç ve yenilikçi bir yaklaşım. Yurt dışında oldukça yaygın olan bu pratik hakkında bilgi edinip kendiniz karar verin derim!
Umarız bu alanda yaptığımız çalışmalar ve aldığımız sonuçlar birçok yerel yönetimi ve komüniteyi aksiyon almaya teşvik eder. Küçük alanların bile hevesli gruplar tarafından kent bostanlarına dönüştürülmesi mümkün. Pestisit kullanmadan yerelde üretilen sağlıklı ve besleyici gıdalar sürdürülebilir bir sisteme geçmek için atılabilecek en önemli adımlardan biri. Yapılan birçok araştırma bunun sağlık ve çevre üzerindeki faydalarını da açıkça ortaya koyuyor[3].
İngilizceden Türkçeye çeviri: Cemre Tepecik
[1] https://www.nytimes.com/2020/09/05/world/middleeast/lebanon-economic-crisis-farming.html
[2] FAO’nun tahminlerine göre dünyada üretilen gıdanın yaklaşık 1/3’ü israf oluyor.
[3] https://journals.plos.org/plosone/article?id=10.1371/journal.pone.0243949